Güncel

YORUM | Türkiye’nin genel politik atmosferi üzerine notlar…

"Faşist bir iktidar ancak ve ancak geniş kitlelerin, bu iktidara karşı mücadelesiyle iktidardan alınabilir ya da geriletilebilir. Kitlelere “sokaklara çıkmayın“ demek, Erdoğan iktidarının ayakta kalmasını savunmaktan başka bir anlama gelmeyecektir ve gelmemektedir"

Emperyalist dünyanın siyasal ve ekonomik gündeminin yoğunluğuna koşut olarak Türkiye’de aynı yoğunlukta devam ediyor. Emperyalist ülkeler arasında çelişmenin yoğunlaşması, hatta kimi görüşlere göre “emperyalist savaşın patladı patlayacak” durumda olması, ekonomik ve siyasi krizlerin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki ağır baskısı ve kitlelerin mücadelesinin giderek yükselmesi; kapitalist dünya sisteminin genel tez-antitez durumunu yansıtmaktadır.

Özellikle bu durumun tek tek ülkelere yansıması ise daha ağır olmaktadır. Bütün kapitalist-emperyalist ülkelerde  yoğun bir gericileşme yaşanmakta ve bu gericileşme giderek daha da derinleşme eğilimi içindedir.

Emperyalist dünya sistemini birbirinden bağımsız gibi ele almak yanıltıcı olur. Kapitalizm kendi suretinde bir dünya yaratmıştır ve herhangi bir ülkedeki ekonomik ve siyasal kriz, kaos, diğer ülkelerde şu veya bu oranda yansımaktadır. Ama, büyük emperyalist ülkelerdeki ekonomik ve siyasal krizin ekonomik olarak daha geri ülkelere yansıması ise her yönüyle daha yıkıcı olmaktadır.

Türkiye yeni bir seçim dönemine girmiştir. Ülkede ise derin bir ekonomik ve siyasi kriz vardır. İktidarı elinde bulunduran AKP-MHP faşist kliği ise oldukça yıpranmış ve burjuva demokrasisinin normları içinde yapılabilecek bir seçimle, seçimi kaybetme olasılıkları hemen hemen %99’dur. Ancak, ülke, deyim yerindeyse “normal bir ülke” değildir. Yani, asgari bir burjuva demokrasisi içinde olan bir yasama, yürütme ve yargılama söz konusu değildir. Tamamıyla faşist ve tek kişi diktatörlüğü vardır. Ortada yürürlükte “gözüken“ bir 1982 faşist Anayasası olmasına karşın, bu yasa da uygulanmamakta, keyfi ve iktidarın kendi çıkarlarına göre bir uygulama söz konusudur.

Erdoğan kliği, iktidarda kalmak için faşist devlet terörünü, çıkabileceği en üst noktaya çıkarmaya çalışıyor. Ellerinde kitleleri oyalayabileceği her hangi bir ekonomik ve politik “avantajı” da kalmadı. Ekonomik olarak kitlelere bir şey veremedikleri gibi, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin yaşamını her geçen gün daha yaşanmaz hale getiriyor. Çünkü kapitalist sistemin işleyebilmesi için, sermaye birikiminin ve sermayenin daha da merkezileşmesi kapitalist eğilimi bunu zorluyor.

Normal bir burjuva demokrasisi süreci içinde Erdoğan iktidarının çoktan devrilmesi gerekiyordu. Hatta bu süreç 2010’lardaydı. Ancak, iktidarı ve muhalefetiyle bütün burjuva kesimler, “kapitalist sistemin bekası” için ele le vererek Erdoğan’ı ve onun faşist uygulamalarını desteklediler, omuz verdiler.

Kürt illerindeki belediye başkanlarının hapsedilip kayyım atanması, Kürt milletvekillerinin hapsedilmesi için milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması iktidarı ve muhalefetiyle burjuvazinin ortak çabasıyla olmuştur ve bu süreçten sonra devlet terörü ve şiddeti her geçen gün artmış ve toplumsal uygulama alanı genişletmiştir. “Bay Kemal“ “beni bekleyin“ diyor, ancak, o, faşist Erdoğan iktidarının stepnesi olmaktan öteye gidememiştir. Bugün bile, kitlelere; “aman sokaklara çıkmayın, seçimi bekleyin” demesi,  hala aynı rolü oynamaya devam ettiğinin göstergesidir.

AKP-MHP iktidarının en zayıf olduğu anlarda, burjuva muhalefet, iç ve dış politikasıyla güçlü bir yedeği olmaktan öte ayrı bir politikaları olmamıştır.

TC kurulduğu günden itibaren hiçbir zaman “normal“ olmamıştır.[1] Hep, burjuvazinin ve tüm düzen içi gericiliğin olağanüstü çıkarlarını koruyan “olağanüstü“ bir ülke olagelmiştir.

Bunun birinci nedeni; Kürt ulusal sorunun olması ve Kürtlerin kendi kaderinin tayin hakkının zorla gasp edilmesi, asimilasyon ve baskı politikasının esas alınmasıdır. Bu politika, taktik bir politika olmaktan çok devletin stratejik bir resmi politikası olagelmiştir.

İkincisi ise; burjuvazinin karakteri gereği anti-komünist politikaları esas almalarıdır. Bu da işçi sınıfının tüm ekonomik ve demokratik haklarının kısıtlanması ve yasaklanmasını beraberinde getirmiştir. İşçi sınıfına karşı izlenen faşist ve anti-demokratik uygulamalar, ezilen tüm kesimlere karşı genel bir uygulamaya dönüştürülmüştür. Bu konuda zaman zaman -baskılarda- gerilemelerin olması, işçi sınıfının mücadelesinin ileri çıkmasından kaynaklanmıştır. İlerici kitle hareketlerinin olmadığı yerde faşizm ve anti-demokratik uygulamalarda gerileme olamaz.

Ezilen Kürt ulusuyla Türkiye işçi sınıfının kader ortaklığı burada ortaklaşmaktadır. İşçi sınıfının haklarının geri olduğu, baskı altına alındığı bir ortamda ezilen ulus üzerindeki baskılarda artar. İşçi haklarının genişlediği yerde ezilen ulus üzerindeki baskılarda azalır. Bu da, Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını kazanması, işçi sınıfının mücadelesinin gelişimiyle doğru orantılı olduğunu gösterir. TC’nin yüzyıllık tarihi göz önüne alındığında, bunun  genel olarak doğruluğunun ampirik analizi yapılabilir.

Kanlı ve Kârlı İktidar

Son 20 yılda iyice iktidara yerleşen ve asla onu kaybetmek istemeyen ve bu süreçte devlet kurumlarını tümüyle ele geçiren bir faşist iktidar ile karşı karşıyayız. Erdoğan ve bileşenleri, arkasındaki sermaye gücü, bu oldukça kârlı ve oldukça kanlı iktidarı asla ve asla kolayca, yani, “normal” süreçlerde yapılan bir burjuva “seçim demokrasisi“ oyunu ile terk etmez ve bu gidişle de terk etmeyecektir.

Burjuva muhalefetin (ve bay Kemal’in) gözünün içine bakarak 3 milyon mühürsüz (kendi seçim yasalarına göre geçersiz olan) oyu “geçerli“ saydırması, daha o günden gelecek seçimleri ne olursa olsun “kazanacağının“ adımıydı. Bunun dışında, onlarca Kürt şehirlerindeki belediye başkanlarının içeri tıkılması ve her adımı “hukuksuz“ olan bir iktidarın “seçim oyunu“ ile iktidarını vermesi düşünülemez. Ne iç ne de dış koşullar böyle bir şey için müsait değil, tam tersine faşist bir yönetimin zorbaca iktidarda kalmasının koşulları fazlasıyla vardır.

Ortada “normal bir parlamento”, “normal bir hükümet”, “normal bir ordu”, “normal bir polis”, “normal bir bürokrasi“ yoktur.  Hepsi iktidarın istediği bir şekilde şekillendirilmiştir. İBB Başkanı İmamoğlu’na ceza verilmesi, sandıktaki oyun azlığına ya da çokluğuna bakılmadan ne olursa olsun “seçimin kaybedilmeyeceğini” üzerine kuruludur. Yani “atı alan Üsküdarı geçti” taktiği (bu AKP ve Erdoğan için stratejik bir politika olmuştur) yürürlükte kalacaktır. Ancak, burjuva muhalefet, “AKP tabanını kazanalım” adı altında, iktidarla gericilikte yarışıyor. Çünkü bütün burjuva partilerin esas derdi, sistemin yara almadan ayakta kalması ve sermaye birikiminin önün tıkanmamasıdır.

Burjuva muhalefetin “bekle gör” politikasıyla ne Erdoğan koltuğunu bırakır ne de 20 yıldır palazlanan sermaye kesiminin önemli bir bölümü bunun bırakılmasına “razı” olur. Öte yandan yoğun bir tarikat örgütlenmesi ve bütün kurumlara -başta eğitim olmak üzere- kadar  dincileşme söz konusudur. Diyanetin, her geçen gün büyütülen imamlar ordusu ise, gerektiğinde, paramiliter bir güç olarak kullanışlı hale getirilmiştir. Bunların hepsi öz olarak Erdoğan’dan pek farklı düşünmeyen burjuva muhalefetin gözleri önünde ve çoğu ise onaylarıyla gerçekleşmiştir. Erdoğan’a “karşı” gibi görünen sermaye kesimi ise kolayca uzlaşabilir. Sorun, sömürünün bütün sermaye kesimlerine daha “adil” dağıtılmasıyla ilgilidir.

Biri fiziki şiddet uygularken diğeri ise psikoloji sindirme siyaseti ile kitlelere korku vermektedir“

Faşist bir iktidar ancak ve ancak geniş kitlelerin, bu iktidara karşı mücadelesiyle iktidardan alınabilir ya da geriletilebilir. Kitlelere “sokaklara çıkmayın” demek, Erdoğan iktidarının ayakta kalmasını savunmaktan başka bir anlama gelmeyecektir ve gelmemektedir.

AKP-MHP iktidarı kitleleri devlet terörü ile sindirirken, burjuva muhalefet ise (esasta da CHP-Kılıçdaroğlu) “sokaklara çıkmayın” baskı ve korkusuyla sindirmeye, pasifleştirmeye çalışmaktadır. Biri fiziki şiddet uygularken diğeri ise psikoloji sindirme siyaseti ile kitlelere korku vermektedir. İktidarın en büyük korkusu ise,  kitlelerin sokaklara çıkması ve haklarını aramasıdır. Devlet bu nedenle işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki devlet terörünün her geçen gün şiddetini artırmaktadır.

Bekaert işçileri herkese öğretiyor. Sistemin zorba yasalarının içine hapsolmak değil, onu yırtıp atmaktır aslolan. Faşizm, ancak bu tür hareketlerin gelişmesi, kitleselleşmesiyle geriletir ya da iktidardan alınır. Bekaert işçileri burjuva muhalefetin uyutma ve pasifleştirme politikasını değil, işçi sınıfının bilinçli ve militan politikasını seçti.

[1]              Buradaki normallikten kasıt,  asgari ölçülerde burjuva demokrasisinin varolmasıdır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu