Makaleler

Sultan ve Sultan: Türkiye’de tarihsel revizyonizm ve büyüyen 2. Abdülhamid & Erdoğan kültü*

|şüşteki koca bir imparatorlukla yüz yüze halde, basın özgürlüğünü engelleyen, İslam’ı teşvik eden ve Batı’yla bağları kesen demir bir yumrukla hüküm süren Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamid ile Türkiye’nin şu anki Cumhurbaşkanı arasındaki benzerlikler gözlerden kaçmıyor.

Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri ağır çekim bir çarpışmaya doğru gidiyor. Yıllardır süren gerilimlerin ardından, ülkenin batılı müttefikleri ile arasındaki yarılma, şu anki Cumhurbaşkanı’nın hükümetine karşı Temmuz 2016’da gerçekleştirilen darbe girişiminden bu yana genişledi.

Birçok Türk, darbe girişiminin ardında batılı istihbarat örgütleri olduğuna inanıyor. ABD ve AB ile giderek tatsızlaşan ilişkiler, darbe konusunda Erdoğan tarafından açıkça suçlanan Fethullah Gülen’in ABD topraklarındaki varlığının devam etmesi ile artan derin bir karşılıklı güvensizliği açığa vuruyor. Erdoğan, Türkiye’nin çığır açan bir dönüşümün ortasında bulunduğu ve bugünün kaotik uluslararası düzeninden güçlü, kararlı bir ‘Yeni Türkiye’nin yükselmekte olduğu konusunda kesin bir inanç içinde.Tüm bunlar tarihsel revizyonizme elverişli bir zemin sağlıyor.

Osmanlı ve Cumhuriyet geçmişinden dönemler ve şahsiyetler, günümüz Türkiye’sinin ateşli siyasi manzarasının merceğinden geçirilerek yeniden yorumlanıyor. Güney sınırlarının ötesindeki Suriye ve Irak’ta yaşanan etnik-mezhepsel savaşa, cihatçıların ve Kürt militanların tehditlerine, darbe girişimlerine ve süregiden bir olağanüstü hale yanıt olarak, Osmanlı ve Türk tarihinin duygusal tatmin veren bir yeniden yorumu çekicilik kazanıyor.

Medyada ve popüler kültürde Türkiye, bölgesel ve küresel olarak iddialı ve girişken rol oynaması gereken bir medeniyet devleti olarak ele alınıyor. Bu söylemde bir isim özellikle öne çıkıyor: son Osmanlı liderlerinden biri ve imparatorluğun alacakaranlığında, 1876 ile 1909 arasında hüküm sürmüş olan sert Sultan 2. Abdülhamid.

Abdülhamid uzundur Türkiye’deki muhafazakâr ideologlar tarafından ‘Ulu Hakan’ olarak anılıyordu ama bu hürmet gösterisi Erdoğan döneminde zirve yaptı. Abdülhamid’i Batı’ya karşı duran, gururla İslamcı son Osmanlı lideri olarak yansıtan idealize edilmiş hatırası, hükümetin, Türkiye’yi bir kez daha tarihi şekillendiren büyük bir güç olarak konumlandıran medeniyetsel ‘restorasyon’ söyleminin parçası haline geldi. Tarihsel güçlerin bugün bir kez daha devrede olduğunun kanıtıymışçasına, Abdülhamid sık sık Erdoğan’ın sembolik bir öncülü olarak yüceltiliyor.

Bu, 1923’te Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrası oluşan ve Osmanlı geçmişini, din ve geleneğin pençesindeki bir tür ‘karanlık çağ’ olarak mahkûm eden Türkiye’nin geleneksel Cumhuriyetçi tarih anlayışının örtülü bir şekilde reddedilmesi aynı zamanda.

Abdülhamid 1876’da tahta çıktığında, Osmanlı İmparatorluğu uzun süredir görece bir gerileme içindeydi. Balkanlar’da toprak kaybedilmiş, milliyetçi hareketler ivme kazanmakta ve sınai kalkınma rakip Avrupalı güçlerin ileri doğru büyük atılımlar yapmasını sağlamış durumdaydı. Yıllardır imparatorluk bu atılımı bir şekilde yakalamaya çalışıyordu.

1. Abdülmecid tarafından 1839’da ilan edilen Tanzimat (reorganizasyon), etnik ve dini farklılıklarla dolu bir imparatorluk manzarasında karar almayı merkezileştirip rasyonalize ederek, imparatorluğun idaresini Avrupa’daki son reformlara paralel şekilde reorganize etmeyi amaçlıyordu. Ancak, öncülleri modernleşmeyi ve batılılaşmayı eşanlamlı değerlendirseler de, 2. Abdülhamid yalnızca birincisi ile ilgileniyor ve ikincisini Osmanlı birliğine bir tehdit ve imparatorluğun tarihsel karakterine ihanet olarak görüyordu. Aç gözlü Avrupalı güçler kendilerini çeşitli Osmanlı Hıristiyan cemaatlerinin haklarının garantörü olarak sunmaya istekli iken, Abdülhamid devletinin İslami özelliklerini ve kendisinin Halife rolünü vurguluyordu.

Tarihçi Jacob M. Landau’ya göre, ‘Pan-İslam, imparatorluğu iç ve dış tehlikelerden koruma girişiminde [Abdülhamid’in resmi] devlet politikası haline gelmişti.’

 

**

İslami birliğe bu vurgunun Osmanlıca karşılığı İttihad-ı İslam idi. Abdülhamid imparatorluk içinde ve dışında İslami birliğin teşvikini ve batılılaşmanın geriye sarılmasını Osmanlı imparatorluğunun yenilenmesinin anahtarı olarak görüyordu. Rejimi bürokratikleşmeyi, merkezileşmeyi, ulaşım, iletişim ve kamusal eğitim ve finansta gelişmeyi hızlandırdı.

Teknolojik gelişmeler (telgraf ve demiryolları gibi) otokrasisinin pençesini ajan ağları üzerinden güçlendirdi. Ancak Abdülhamid, Avrupalı güçlerin de talep ettiği, Hıristiyan azınlıklara daha fazla özerklik verecek türden reformlar karşısında pek anlayışlı değildi.

Abdülhamid tahta çıktığında ilk başta aydınlanmış bir reformcu gibi göründü. Genç Osmanlılar – Türk entelektüellerin reform çabası içinde olduğu bir cemiyet – tarafından yazılmış olan Osmanlı anayasasını destekleyip 1876’da resmen ilan ederek, imparatorluğu ilk anayasal demokrasi deneyimi (sınırlı bir oy hakkı ve padişahın otoritesini kısıtlayan adımlar dahil) ile tanıştırdı.

Sonraki yıl seçilmiş Osmanlı meclisinin ilk oturumunu açtı. Ancak geniş ve çözülüşte olan bir imparatorluğa hükmederken giderek mutlakıyetçileşti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkaslar ve Balkanlar’da toprak kaybettiği 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın patlak vermesi ardından Abdülhamid meclisi askıya aldı. İmparatorluğun daha fazla dağılmasını engellemek için daha güçlü bir yumrukla hükmetmesi gerektiğine inanmıştı. ‘Şimdi anlıyorum ki Allah’ın himayem altına koyduğu insanları zordan başka hiçbir yolla harekete geçirmek mümkün değildir.’

Alman büyükelçisi Marschall von Biberstein, padişahın hesaplarını Berlin’e yazdığı bir mektupta şöyle övüyordu: ‘Abdül Hamid imparatorlukta otoritesini sıkı ve kararlı bir şekilde tesis etmesi gerektiğini anladı. Ülkesini kalkındırmak ve ayakta tutmak ancak otokratik bir rejimle mümkün… İmparatorluk ancak demir bir yumrukla bir arada tutulabilir.’

‘Abdülhamid rejimi’ kısa sürede despotluk ile aynı anlamda kullanılır oldu. Rejimi 1890’larda Hıristiyan Ermenilere karşı pogromlar düzenledikten sonra Avrupa’da ‘Kızıl Sultan’ olarak anılıyordu.

Suikast girişimleri ile hedef alınıp imparatorluğun sayısız azınlıkları arasındaki ayrılıkçı milliyetçi hareketler tarafından tehdit edilen Abdülhamid giderek paranoyaklaştı. İçinden karmaşık ajan ve muhbir ağları öreceği İstanbul’un izole Yıldız Sarayı’nın duvarları ardına çekildi. Sonunda, yaygın askeri hoşnutsuzluklar sonucu 1908’de anayasal düzene geri dönmeyi vaat eden Jön Türk devriminden bir sene sonra tahttan indirilecekti.

Osmanlı’nın Çöküşü: Ortadoğu’da Büyük Savaş (1914-1920) kitabında (İletişim, Kasım 2017) Eugene Rogan, Abdülhamid döneminde imparatorluğu bir polis devleti olarak tanımlıyor: ‘Siyasi aktivistler hapse atılıyor ve sürgüne gönderiliyor, gazete ve dergiler ağır bir sansüre tabi tutuluyor, yurttaşlar, devlete çalışan her köşedeki ajanların korkusundan, konuşmadan önce arkalarını kontrol ediyordu.’

erdoğan abdülhamit

**

Türkiye’nin her an tepesi atmaya müsait Cumhurbaşkanı Erdoğan ile benzerlikler aşikâr görünüyor. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) başkanı olarak göreve geldikten ve 2003’te başbakan olduktan sonra Erdoğan, Batı tarafından ılımlı bir Müslüman reformcu olarak alkışlandı, ülkenin demokratik standartlarını yükseltip ekonomisini ileriye götürdüğü için övüldü. Ama uluslararası ünü o zamandan bu yana epey kötüleşti. Yönetimi otoriterlik, rantçılık ve demagoji ile anılır oldu.

Sosyal politikalara dini muhafazakarlık yön veriyor ve evrim teorisi yakın zamanda lise müfredatlarından çıkarıldı. Devlet yönetimi haris bir tek adam egemenliğinin nazına tabi. Türkiye’nin güçlü bir ortak kimlik algısı ile birbirine bağlı muhafazakâr kitlelerinin ezikliğinin, umutlarının ve yakınmalarının Erdoğan’da cisimleştiği bir kişi kültü almış başını gidiyor.

Nisan 2017’de, seçmenlerin yüzde 51’i, Erdoğan’a gerçek anlamda sultan yetkileri veren icracı bir başkanlık sistemi yönünde oy kullandı. Bu, ülkenin en azından yarısının güçlü bir şekilde Erdoğan’ı desteklediğini gösteriyor ama Cumhurbaşkanı giderek daha izole bir şahsiyet haline geliyor.

 Başkent Ankara’daki 1100 odalı sarayında psikopatlarla çevrili bir durumda karizmasını korusa da, tuhaf komplo teorileriyle besleniyor. Avukatları ona ‘hakaret ettikleri’ gerekçesiyle çizerler ve mizahçılar dahil yüzlerce kişiye dava açtı. Bir yandan, zamanında sırf kendi orantısız şekilde büyük burnu yüzünden karikatürlerde ve yazılarda büyük burunla ilgili göndermeleri yasaklayan Abdülhamid’i de hatırlatıyor.

Erdoğan yönetiminin özelliklerinden biri haline gelen muazzam altyapı megaprojeleri de, 1464 kilometrelik Hicaz demiryolunun inşasının başladığı Abdülhamid döneminin tınısını taşıyor. İstanbul’u Mekke’ye bağlayacak demiryolu Birinci Dünya Savaşı ile yarım kalmış ve ancak Şam’dan Medine’ye varabilmişti.

Abdülhamid, Bağdat’ı İstanbul üzerinden Berlin’e bağlaması öngörülen Bağdat demiryolları da dahil bir dizi benzer proje tasarlamıştı. İstanbul’un Avrupa ve Asya yakalarını birbirine bağlayacak bir sualtı tünelinin de ilk kez Abdülhamid tarafından 100 yıl önce tasarlandığına inanılıyor: 2013’teki açılışında, Marmaray metro tüneli ‘yüzyıllık rüyanın’ gerçekleştirilmesi olarak tanıtıldı.

Mevcut rejimin Abdülhamid’e yönelik bu yüksek takdiri, 2018’de açılması ardından dünyanın en büyük havalimanı olacağı öngörülen İstanbul’un yapım aşamasındaki üçüncü havalimanına verilmesi düşünülen adlardan biri olduğuna dair söylentilerde de yansımasını buluyor.

Yandaşlar için kârlı iş fırsatlarını görkemli – ve bazıları yeni-Osmanlı olarak tanımlanan – tasarımlarla birleştiren ve ülkenin konumunu büyük milletler arasındaki haklı yerine yükselttiğine inanılan bu gibi megaprojeler bugünün Türkiye’sini anlatıyor.

Erdoğan’ın destekçileri yurtdışında itibarının düşmesini onun ileriye doğru yürüyüşünü engellemek isteyen karanlık bir uluslararası komplonun parçası olarak görüyorlar. Komplocu fikirlerin ucu bucağı yok. Onlar açısından, Erdoğan’a karşı yürütüldüğünü iddia ettikleri kampanya, Abdülhamid’e yönelik suikast girişimlerine ve komplolara benziyor. Abdülhamid’in dördüncü kuşak torunu Orhan Osmanoğlu, Türkiye’nin bugün ‘tarihin tekerrürüne’ şahitlik ettiğini iddia ediyor: ‘Şimdiki dış mihraklar Cumhurbaşkanımıza diktatör diyorlar, o zamanlarda da Abdülhamid’e Kızıl Sultan diyorlardı.’

2014 başında savcılar Erdoğan’a yakın isimleri hedef alan yolsuzluk iddialarında bulunduktan sonra konuşan başbakan eski yardımcısı Emrullah İşler, yabancı güçlerin parmağına şöyle işaret ediyordu:

| Ben bunun bir tekerrür olduğunu düşünüyorum. 100 küsur yıl öncesine gittiğimiz zaman bu tür olayların benzerlerinin Sultan Abdülhamid’e de yapıldığını görüyoruz. Müstebit, baskıcı, sansürcü, ‘Kızıl Sultan’ şeklinde nitelemeler yapıldı. O gün de Sultan Hamid’e karşı yürütülen kampanyanın arkasında uluslararası odaklar ve bunların yerel ayakları vardı. Aynı senaryonun bugün de tekrar ettiğini görüyoruz. Ama o gün bu oyunu oynayan yerli ve uluslararası çeteler başarılı oldular, fakat bu sefer rövanşı millet alacak. Bu sefer milletimiz iradesini sandıkta ortaya koyuyor. Milletimiz yaşanan olayların bilincinde.

Meclis başkanı İsmail Kahraman, geçtiğimiz yılki darbe girişimini Abdülhamid’in 1909’da devrilmesine benzetmişti: ‘Nasıl devirdilerse Abdülhamid’i, gene aynı şeyi yapacaklardı ama olmadı.’

Bu gibi mitler, devlet kanalı TRT’de Eylül’de ikinci sezonu başlayan popüler bir televizyon dizisi ile de alevlendiriliyor.

2. Abdülhamid döneminin son yıllarını işleyen Payitaht (Son Padişah) dizisinde Abdülhamid Siyonistler, Masonlar, liberaller ve aç gözlü Avrupalıların komplolarıyla karşı karşıya kalan mütedeyyin bir padişah olarak resmediliyor. Program Abdülhamid’i, Osmanlı topraklarına fesat tohumları ekmeye çalışan kafirlere kararlılıkla karşı duran İslam dünyasının son onurlu lideri olarak gösteriyor.

Abdülhamid ile kendisi arasındaki benzerlikleri vurguladığı yorumunu yapan Erdoğan’ın diziyi takip ettiği anlaşılıyor. ‘Oradaki o dönen dolaplar, Sultan Abdülhamid’e yapılan o hinoğlu hinlikler…

Bütün bunların siyasi değerlendirmesini yaptığımızda şu anda da bakıyoruz ki dünyada aynı oyunlar oynanıyor, Batı’nın şu anda bize yaptıkları aynı oyun, sadece zaman değişti, aktörler değişti,’ diyor bir röportajda.

Ancak Ankara, Avrupa’da aşırı sağın yükselişini AB’yi ahlaken iflas etmiş ve ırkçı diye suçlamak için fırsatçı bir şekilde kullanırken, tuhaf şekilde AB aday üyeliğine de devam ediyor.

abdulhamid

**

Erdoğan hayranları ve muhalifleri, onun Abdülhamid ile benzerliği konusunda ironik şekilde mutabık kalacaktır. Eleştirenler son sultanı gerici bir despot olarak görürken, sempatizanlar onu Osmanlı’nın trajik çöküşünden önceki son güçlü ve gerçekten İslamcı lider olarak görüyorlar. Bugün Türkiye’de Erdoğan için de benzer yorumlar yapılıyor. Erdoğan yandaşlarının birçoğu, bir zamanların korkulan imparatorluğunun ruhunu yeniden dirilten ve milletin kendisine Batı tarafından dayatılan sınırlardan özgürleşerek öz-saygısını tekrar kazanmasını sağlayan güçlü bir adam olarak onun arkasına diziliyor.

Payitaht dizisini yorumlayan Nilhan Osmanoğlu (Abdülhamid’in beşinci kuşak torunu) kısa bir süre önce Türkiye’deki yaygın bir imparatorluk sonrası özlemini şöyle ifade etmişti: ‘Ortadoğu’da bugünkü karmaşaya baktığımızda… Osmanlıların dünyanın bu kısmını ne kadar iyi yönettiğini görüyoruz.’

Abdülhamid, sıra dışı ölçüde çeşitlilik – Avrupa, Asya ve Afrika boyunca bir dini cemaatler manzarası – arz eden bir kara imparatorluğunun tüm o çelişkilerinin dümdüz edildiği, pohpohlayıcı, İslamileştirilmiş bir tarih vizyonunun odağında.

Elbette ki günümüzün karikatürleştirilmiş Abdülhamid imajı çok daha karmaşık bir gerçekliğin üzerini örtüyor.

‘İnsanlar 2. Abdülhamid dönemine, günümüz Türkiye’sinin olması gerektiğine inandıkları bir mercekten bakıyorlar,’ diyor Osmanlı tarihçisi Ryan Gingeras: ‘Ortada fena halde bir işine geleni seçme durumu var. Abdülhamid’in imparatorluğunun, İslam dünyasında Türkler öncülüğünde bir konsensüsü temsil ettiği izlenimi var.

Osmanlı devletinin bu dönemdeki aktörlüğünü, önemini ve gücünü aşırı vurgulama eğilimi söz konusu. Osmanlı İmparatorluğu uluslararası siyasetin merkezi, Abdülhamid ise proaktif, merkezi ve vizyon sahibi bir lider olarak görülüyor.

Oysa 19. yüzyılın sonu itibariyle imparatorluk esasen marjinal ve zayıflamış bir devletti, özellikle de Abdülhamid saltanatının ileriki aşamalarında. İnsanların ona atfettikleri türden bir kontrole sahip olduğu fikri gerçeklikle uyuşmuyor.’

Fantastik olsun ya da olmasın, Türkiye’de süregiden bu revizyonizm türü, diğer birçok ülkedeki trende benziyor. Putin’in Rusya’sı, Trump’ın Amerika’sı ve Brexit İngiltere’si, popülist milliyetçiliğin yanıltıcı tarihsel yeniden tahayyüllere nasıl elverişli olduğunun göstergeleri.

Günümüzün ateşli Türkiye siyaseti bağlamında, imparatorluğunun çöküş sürecinde gaddar ve paranoyakça hüküm sürmüş olan Abdülhamid’in basitleştirilmiş bir ‘yeniden keşfi’ küresel bir trendin örneğini teşkil ediyor.

 

*William Armstrong. Dünyadan Çeviri

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu