GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Halk Düşmanlığını Not Ediyoruz!

"Halkın toplu olarak katledilmesi karşısında en ufak bir pişmanlık duymayan, kibir, pişkinlik ve yüzsüzlükle ortalarda dolaşanların tarihin çöplüğünde hak ettikleri yeri alması ancak ve ancak halkın örgütlü mücadelesiyle başarılabilecek bir görevdir."

6 Şubat Maraş merkezli gerçekleşen depremler ve ardından yaşananlar bir kez daha yaşadığımız topraklarda başta devlet gerçekliği olmak üzere iktidar gücünü elinde tutanların halk düşmanı yüzünü ortaya sermiş durumdadır.

Deprem bölgelerinde, enkaz altında kalanları kurtarmak bir yana, depremzedelerin karda kışta çadır isteklerini parmak sallayıp tehdit edenlerle; “devlet nerede?”, “Kızılay nerede?” diyenlere küfreden bir halk düşmanlığıyla karşı karşıya kaldık. Dahası depremzedelerin çadır ihtiyacını karşılaması gereken Kızılay’ın, çadır ticareti yaptığı, depolarında çadır stokladığı ve sattığı açığa çıktı.

Devlet gerçek yüzünü gizlemek için tehditler edip küfreder ve Olağanüstü Hal ilan ederken, Türk-Kürt uluslarından, Alevi ve Sünni inançlarından, azınlık milliyet ve inançlardan halkımız ise depremzedelere yardım için seferberlik ilan etti. TC devleti bütün çıplaklığıyla halk düşmanı karakterini sergilerken, halk ise ulusal ve uluslararası alanda dayanışma ve yardımlaşma seferberliği örgütlemekle meşguldü.

Şu kısacık zaman dilimindeki deprem kargaşasında, TC devletinin “kağıttan bir kaplan” olduğu, halkın birlikte hareketinin, dayanışma ve yardımlaşmasının ise mucizeler yaratmaya muktedir olduğu görüldü. Kısa zaman diliminde kitlelerin onlarca yıllık sınıf mücadelesi deneyimleri ile görebileceği gerçekler, on binlerce insanın ölümü, yüzbinlerce insanın yaralanması ve milyonlarca insanın depremden doğrudan doğruya etkilenmesiyle orta yere serildi.

Resmi rakamlara göre 44 bin olarak açıklanan ölüm sayısı kimi kaynaklarca 200 ila 300 bin arasında ifade ediliyor. Devlet depremler sonrası yaşananları ve suçlarını gizlemek için gerçek ölüm sayısını gizliyor. Depremin halka yönelik toplu bir katliama dönüşmesinin gerçek faili olarak faşizm, suçunu gizlemek için “Yüzyılın Felaketi” adı altında bir medya kampanyası bile başlattı. Halka yardım etmek yerine algı operasyonlarıyla süreci yönetmeyi tercih etti. Deprem sonrasında sosyal medya kısıtlamasından, yardımları engellemeye ve öne çıkan kimi yardım kuruluşlarını karalamaya kadar bir dizi pratik içine girdi.

Birinci ağızdan her katliam sonrasında yaptığı gibi “kader planı”ndan bahsederken, ekranlardan halka tehdit yağdırmayı ve küfretmeyi de ihmal etmedi. Amaç elbette yaşanan katliamın gizlenmesi, işlenen suçların üzerinin örtülmesiydi. Ancak resmi açıklamalar bile yaşanan katliamın boyutunu ortaya koymakta, işlenen suçları ve halk düşmanı pratikleri gizlemeye imkan vermemektedir. Yüzyıllık Cumhuriyetlerinin tarihinde en büyük toplu katliamlarından birini gerçekleştirmiş durumdadırlar ve suçlarının farkında olduklarından halkı tehdit etmekte, bağırıp çağırıp küfrederek süreci yönetmeye çalışmaktadırlar.

TC’nin yüzyıllık tarihinde, devlet örgütlenmesinin sınıfsal niteliği gereği halka karşı birçok katliam gerçekleştirmesine rağmen deprem öncesinde rejimin sözcüleri ve kitle iletişim araçlarının propagandalarıyla, deprem sonrasında ortaya serilen çıplak gerçeklik arasındaki açı farkı, burjuva siyasette de bir deprem yaratmış görünmektedir.

Coğrafyamızın aktif fay hatları üzerinde bulunduğu ve bu anlamıyla bir deprem ülkesi olduğu bilinmesine, dahası depremin gerçekleştiği bölgelerde bilim insanlarının deprem uyarısı yapmalarına rağmen halkın barınma sorununu depreme dayanıklı binalar inşa ederek çözmek yerine, barınma sorununu kapitalist rant ve yağmaya açarak kendi yandaşının semirmesine hizmet eden burjuva siyasetin ve onun yönetme aygıtı TC devletinin halk düşmanı niteliği apaçık ortaya serilmiş durumdadır.

Halk enkaz başlarında “nerede bu devlet?” diye isyan ederken, devlet deprem sonrasında en iyi bildiği refleksi gösterdi. Bir yandan halk tehdit edilirken, diğer yandan “rüşvet” teklif edildi. Bir yandan sosyal medya kısıtlanırken, diğer yandan OHAL ilan edilerek, olası tepkilere karşı önlem alındı. Bir yandan depremzedelerin barınma sorununu çözmek adı altında üniversite yurtlarından öğrenciler kapı dışarı edilirken diğer yandan öğrenci gençliğin tepkisini engellemek için üniversitelerde uzaktan eğitime geçildi.

6 Şubat depremleri öncesinde TC faşizmi cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanıyordu. Geride bıraktığımız yüzyılda Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerinden yeni bir devlet kurduklarını ilan etmişlerdi: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek yola çıkmışlar ve “milletimizin doğrudan doğruya kendisi sınıfsız ve ayrıcalıksız kaynaşmış bir kitle olarak bütündür” demişlerdi. Bu “bütün”ün içinde başta Kürt ulusu olmak üzere hiçbir ulusa ve azınlık milliyete yaşam hakkı tanımamışlardı. Benzer biçimde hakim Sünni inancı dışında başta Alevi inancı olmak üzere hiçbir farklı inanca saygı göstermemişler, yaşam hakkı tanımamışlardı.

6 Şubat depremleri ve sonrasında yaşananlar, TC devletinin ve günümüzde onun siyasal temsiliyeti olarak tanımlanan “Türk Usulü Başkanlık Rejimi”nin diğer bir ifadeyle “Tek Adam Rejimi”nin, deprem gibi olası doğal afetlerde sadece yetersizliğini değil aynı zamanda halk düşmanı, faşist karakterini de göstermiş oldu. Yüzyıllık TC faşizminin gelinen aşamada özünde bir değişiklik olmadığını, rejimin bir avuç kompradorun ve onunla işbirliği içinde yerel kodamanların, eşraf-şeyh-hoca ve asker-sivil bürokratın devleti olduğunu apaçık ortaya çıktı.

Deprem öncesinde kitle iletişim araçları aracılığıyla yoğun bir biçimde pompalanan, “güçlü devlet” olgusunun gerçekte “kum ve çakıldan ve de camilerde okunan sela”lardan ibaret olduğu görüldü.

Halk düşmanlığında ısrar!

Depremlerin hemen ardından cumhurun başı olduğu propaganda edilen ve enkaz altında kalan halka yardım etmek yerine TV’lere çıkarak on beş dakikalık bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, “zamanı gelince defterleri açacakları”nı ifade ediyordu. Açıklamanın görsel kurgusunun dikkat çekici olmasının yanında yüzyıllık cumhuriyet rejimin gelinen aşamada faşist diktatörlük rejimi olarak sürgit devam ettiğini gösteriyordu. Zira faşist reis muhaliflerine parmak sallarken depremzedelerden ise sabır ve bir yıl daha süre istiyordu.

İktidarın küçük ortağı, deprem bölgesine gitmekten korkan ve ancak günler sonrasında gidebilen faşist MHP’nin lideri Devlet Bahçeli ise TBMM’de düzenlenen grup toplantısında reisine katılmakta gecikmedi. Tıpkı R.T.Erdoğan gibi “Depremden menfaat devşirmenin arayışında olanlar ahlaksızlığın markalarıdır. Bunları tek tek not aldığımız da bilinmelidir” tehditlerini savurdu. (20 Şubat)

Depremin devlet eliyle tam anlamıyla toplu bir katliama dönüştüğünün giderek daha fazla açığa çıkması ve başta depremzedeler olmak üzere halkta devlete yönelik derin bir öfke ve tepkinin açığa çıkması üzerine R.T.Erdoğan  “Terbiyesiz terbiyesizliği bırakmaz. Birisi çıkmış, ‘Kızılay nerede? Ne çadırını ne yemeğini görmedik’ diyor; be ahlaksız, be namussuz, be adi…” (21 Şubat)

sözlerini sarfetti. Rejimin birinci ağızdan temsilcilerinin bu ifadeleri, tescilli halk düşmanı birer faşist olduklarını göstermenin yanında, savunucusu oldukları düzenin depremlerle birlikte yüzlerindeki maskenin düşmesi nedeniyledir. Yıllardır propaganda ettikleri ve kitleler üzerinde belli oranda da etkili oldukları “güçlü devlet”, “büyük Türkiye” imajının yerle bir olmasındandır. Rejimin birinci ağızlarından halkın tehdit edilmesi ve giderek ağızlarının bozularak küfür ve hakarete varan açıklamalar yapılması, Saraydaki şatafat ve lüks yaşamlarının tehlikeye düşmesi ihtimalinin açığa çıkmasındandır.

Devlet örgütünün deprem sonrasında içine düştüğü durumu sadece AKP ve “tek adam rejimi”yle dolayısıyla sadece R.T.Erdoğan ile açıklamak yetersizdir. Şimdilerde çokça tartışıldığı gibi AKP’yi hükümete taşıyan sonra da iktidar olmasına neden olan da yine bir depremdi. 1999 İzmit ve Düzce depremlerinde de on binlerce insan göz göre göre katledilmiş, kitlelerin var olan öfke ve tepkisi o sırada hükümette olan bir başka halk düşmanı olan Bülent Ecevit’e yöneltilmiş, muhalif burjuva kampta yer alan ve yeni kurulan AKP’nin hükümet kurmasının önü açılmıştı.

Dolayısıyla yüzyıllık cumhuriyet rejiminde deprem gibi doğa olayları, sonuçları itibariyle halka yönelik bir toplu katliama dönüşürken, burjuva siyaset kendi iktidar mücadelesinde, halkın canı ve kanı üzerinden bu katliamları “şimdi siyaset zamanı değil” diyerek tam da siyaset konusu yapmaktadır. Daha depremzedeler enkaz altında kurtulmayı bekler ve depremin yol açtığı enkaz orta yerde dururken, seçim tartışmalarının yapılması bu nedenledir.

Yaşadığımız depremin halka yönelik toplu bir katliama dönüşmesi, AKP-MHP iktidarıyla sınırlı değildir. Elbette ki AKP; hükümet kurduğu 1999 depreminin yıkıntıları üzerinden emperyalist neo-liberal politikalar doğrultusunda devleti yeniden örgütlerken başta temsilcisi olduğu sınıfların sınıfsal çıkarlarını gözetmek olmak üzere yağma ve talan üzerinden bir sermaye birikimi yaratmıştır. Halkı değil yandaş müteahhitlerini gözetmiştir. Şimdilerde deprem nedeniyle yaşanan toplu katliamdan AKP-MHP’yi sorumlu tutan, “tek adam rejimi”ni hedef gösteren burjuva muhalefetin eleştirisi de bunadır. Millet İttifakı denen burjuva muhalefetin asıl derdi, düzenin yeniden restorasyonundan ibarettir.

İktidarıyla muhalefetiyle Türk hakim sınıflarını temsil eden bütün partilerin bu türden doğal afetlerde asıl derdi halk dertleri, halk ve halkın çıkarları değildir. Bu partilerin amacı halkın güvenli barınma sorununu çözmek değildir. Deprem sonrasında deprem bölgelerinde aktif olarak faaliyet gösteren burjuva muhalefetin depremin bir toplu katliama dönüşmesinde önemli rol oynayan “imar affı” adı altındaki yasa tasarılarına onay verdiği, kitlelerin desteğini almak için bu türden yasa önerileri hazırladığı ve depreme dayanıksız kaçak yapılara ruhsat verilmesini desteklediği bilinmektedir. Dolayısıyla mesele depreme dayanaklı imar faaliyetinden ziyade deprem nedeniyle yaşanan enkazın hangi klik tarafından kaldırılacağı mücadelesinde kilitlenmektedir.

Bu nedenle iktidarı ve muhalefetiyle bütün burjuva partilerin deprem sonrasında halka başsağlığı dilemeleri; “değişeceğiz”, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”, “zihniyet devrimi yapacağız” vb. vb. şeklindeki açıklamaları gerçekleri yansıtmamaktadır. Yaşanan toplu katliamdan iktidarı ve muhalefetiyle bütün düzen partileri sorumludurlar.

 Enkazdan Yeni Demokratik Türkiye’yi örgütleme

Burada şu çok önemli noktayı ifade etmek gerekir. 6 Şubat depremleri nedeniyle çıplak bir şekilde açığa çıkan devlet ve rejim gerçekliği çok önemli olmakla birlikte kendi başına bir anlam ifade etmemektedir. Yüzyıllık cumhuriyet tarihinde Türk hakim sınıfları tarafından halka yönelik bu türden katliamları ne ilktir ne de son olmuştur. Yaşadığımız coğrafyanın gerçekleri göz önüne alındığında belli bir süre sonra deprem ve depremzedeler gündemden düşecektir.

Nitekim yine on binlerce ölüme yol açan 1999 depreminden sonra “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” denilmiş, deprem nedeniyle yeni vergiler getirilmiş, yeni imar planlarının depreme dayanıklı olarak yapıldığı ilan edilmişti. Aradan geçen yıllarda kentsel dönüşüm adı altında şehirlerin depreme değil rant ve yağmaya uygun olarak inşa edildiği Maraş merkezli depremler sonrasında yaşanan toplu katliamla açığa çıkmış durumdadır.

Bu gerçeğin kitlelerin bilincinde somut bir olgu olarak yer edinmesi, toplumsal bir bilince dönüşmemesi için iktidarı ve muhalefetiyle bütün burjuva partiler el ele verip çalışacak, enkazı kaldırıp “ulusal çıkar” adına ortaklaşacaklardır. Arada birkaç müteahhidin kurban edilmesi hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Sorun tek başına A ya da B partisi değildir. Sorun, rejimin üzerinde yükseldiği sınıfsal zemindir. TC devleti bir avuç hakim sınıfın yönetim aygıtı ve halk kitleleri üzerinde baskı aracı olarak kaldığı müddetçe bu türden katliamların yaşanması kaçınılmazdır. Hatta bu türden katliamlar iktidarı elinde tutan sınıflar açısından yeni kâr kaynakları olarak görülecek, değerlendirilmesi gereken fırsatlar olarak ele alınacaktır.

Nitekim iktidar sözcülerinin açıklamalarından da rahatlıkla anlaşılacağı üzere, on binlerce insanın ölümü, enkaza dönüşen şehirler yeni bir rant ve yağma alanı olarak kullanılmak istemekte, ekonomik kriz nedeniyle sıkışan inşaat sektörüne peşkeş çekilmeye çalışılmaktadır. R.T.Erdoğan bir yandan tehditler savururken diğer yandan “ihya ve inşa” diyerek, depremde yerle bir olan şehirleri yeniden ranta açacağını, yaşanan katliamı bir avuç yandaş için “Allah’ın bir lütfu” olarak ele alacağını göstermiş oldu. Nitekim OHAL kapsamında Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın yetkileri artırılarak orman ve mera alanları imara açılabileceği ilan edilmiş durumdadır. (24 Şubat)

Halkımızın toplu olarak katledilmesine, tarifsiz acılar yaşamasına neden olan, işledikleri suçların hesabını vermek bir yana pişkinlikle halka parmak sallayarak deftere not etiklerini söyleyen ve küfreden bu halk düşmanlarından hesap sormak, halka karşı sorumluluğun, halka bağlılığın ve halk sevgisinin zorunlu bir görevi olarak ortaya çıkmaktadır.

Halkın toplu olarak katledilmesi karşısında en ufak bir pişmanlık duymayan, kibir, pişkinlik ve yüzsüzlükle ortalarda dolaşanların tarihin çöplüğünde hak ettikleri yeri alması ancak ve ancak halkın örgütlü mücadelesiyle başarılabilecek bir görevdir. Yeni Demokratik Türkiye mücadelesi hiç olmadığı kadar acildir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu