GüncelManşet

Bizi bombalar değil, yılgınlık yenilgiye uğratır!

TC devleti, hakim sınıf temsilcilerinden AKP eliyle hemen her gün yeni bir saldırı konsepti ile halkın karşımıza çıkmaya devam ediyor. Patlayan bombalar, sokağa çıkma yasaklarıyla beraber gerçekleştirilen katliamlar, zorunlu göç, gözaltılar, tutuklamalar… Hemen her güne yeni bir saldırı haberiyle başlarken devletin Temmuz ayı itibariyle “çözüm süreci”ni sonlandırarak muhalif her kesime yönelik başlatmış olduğu savaş, bugün geniş halk kitlelerini de kapsayan bir hal almış durumda.

Ağustos ayı itibariyle T. Kürdistanı’nda sokağa çıkma yasağı ilan ettiği şehirlerde katliam ve zorunlu göç politikalarını devreye sokan devlet, Kürt halkına yaklaşık 8 aydır haksız savaşının en ağır yöntemlerini kullanarak saldırıyor. Evleri yakıp yıkan, yağmalayan, Kürt halkını bodrum katlarında katleden, infazlarına ara vermeksizin devam eden, cinsiyetçi sloganları ile şehir duvarlarını “süsleyen”, çıplak beden teşhirleri yapan devletin bombaları Kürdistan’da evlere düşerken, ülkenin batısında ise meydanlarda, caddelerde patlıyor.

TC devleti DAİŞ işbirliğiyle Amed’de 7 Haziran Mitingi’nde patlattığı bombaları, Suruç, Ankara, Sultan Ahmet, Taksim’de kullanırken  “bombalı saldırı yapılabilecek yerler” şeklindeki haberler ile bu saldırıların devamının geleceğine ilişkin her gün “uyarılar” yapılıyor; halka “can güvenlikleri”ni almaları yönünde çağrılar yapılıyor.

 

Bombalarla yaratılmak istenen “korku imparatorluğu”!

Patlatılan her bomba ise TC açısından bir amaç taşıyor; devlet bombalarını rastgele patlatmıyor ve sistematik-hedef alarak bu saldırılarını gerçekleştiriyor.

Suruç Katliamı’nda Rojava Devrimi ile Türkiye Devrimci Hareketi’nin kurmuş olduğu ilişkiden duyduğu korkuyu ortaya koyan ve önünü kesmeye çalışan devlet, 10 Ekim’de Ankara’da düzenlenecek Barış Mitingi öncesinde patlattığı bombalarla Kürt Ulusal Hareketi ile devrimci, demokratik güçlerin bir araya gelişini engellemeye çalıştı. DAİŞ işbirliği ile beraber İstanbul ve Ankara’nın merkezi yerlerinde patlatılan bombalar ise var olan saldırılarının hedef alanının daha da genişlediğini gösteriyor. Bu hedef alanı ise tam da halkı korkutma-sindirme politikaları ile alakalı. Halkın sokağa çıkışının önünü bombalarla kesmeye çalışan TC’nin engellemeye çalıştığı ise toplumsal muhalefetin genişlemesinin önünü kesmek.

T. Kürdistanı’nda evlere atılan bombalar, Kürt halkının direnişini bitirme, zorunlu göç ve imha odaklı kullanılırken ülkenin batısında ise halkın sokağa çıkmasının yolu kapatılmaya çalışılıyor; kitlelere korku salınıyor! Hendek direnişiyle aylardır çeşitli şehirlerde direnen Kürt halkı, devleti sokaklarına, mahallelerine almak istemezken devletin kolluk kuvvetleri tarafından evlerine atılan bombalarla ya yaşam alanlarından uzaklaşmaları ya da yaşamlarıyla bedelini ödemeleri dayatılıyor. Meydanlara, caddelere atılan bombalar ise, halkı baskı altına alma ve sindirme amacı taşıyor.

Gezi İsyanı ve 6-8 Ekim Kobanê Serhildanı’ndan kendisine böylesine bir “ders” çıkaran devlet, kitleleri evlerine hapsederek oluşabilecek muhalefet dalgasını engellemek üzere derin “travmalar” yaratma yöntemine gidiyor; bu şekilde iki kişinin bile bir arada yürümesinin önü alınmaya çalışılıyor. Kalabalık yerlerde patlatılan bombalar, halkın bir araya gelişinin önünü kesme amaçlı yapılıyor.

 

Polis güvenliği sağlar mı?

Diğer yandan ise özellikle 10 Ekim Ankara Katliamı’nın hemen sonrasında kitleler nezdinde belirleyici bir rol alan eylem-mitinglerde polis olup olmamasının, bomba patlaması ile eşleştirilmesi ve hatta alanlarda polis yoksa patlama riskinin oldukça fazla olduğuna ilişkin genel kanı devletin politikalarının bir başka yansıması olarak karşımıza çıkıyor.

Katliam planlamalarında kendinden olanı güvene alan devlet, bu pratiği ile kitleler üzerinde farklı bir yansımaya da yol açmış oluyor. Devletin kiralık katiller sürüsü olan polislerin alanda bulunması, artık kitleleri daha “güvende” olduklarına inanmalarına sevk ederken polisin gerçek işlevini silikleştiriyor. Gaz bombalarıyla, TOMA’larıyla, silahlarıyla halka saldıranları yarattığı algı oyunu ile halkın önüne “koruyucu” olarak süren devlet, polis imajını tazelemeye, kitlelerin birbirine olan güvenini yok etmeye çalışıyor.

TC devleti yaratmaya çalıştığı “korku imparatorluğu”na halkın algısına oynayarak ulaşmaya çalışırken yasaklarıyla da son sürece damgasını vuruyor. Bunlardan sonuncusu ise İstanbul Valiliği tarafından 15 Mart 2016 tarihi itibariyle yürürlüğe sokulan 1 aylık eylem yasağı oldu. Yayımlanan yasak kararının Mardin Emniyet Müdürlüğü tarafından gönderilen uyarı yazısı nedeniyle alındığı öğrenilirken yasağın bahanesi ise Nisêbîn’deki hendek savaşı! DAİŞ işbirliği ile düzenlediği bombalı saldırılarına eylem yasaklarını da ekleyen devletin, böylece toplumsal muhalefeti baskılama yöntemlerini bütünlüyor.

 

Sokakları hep beraber adımlamak gerek!

Devrimcilere düşen ise burada tekrar gün yüzüne çıkıyor. Sokağın potansiyelini kaybetmemek, kaybettirmemek. Gezi İsyanı’nda, Kobanê Serhildanı’nda sokakları mesken eyleyen halkın, sokaklardan geri adım atmamasını sağlamak. Bunu halkın can güvenliği kaygısını göz ardı etmeksizin; bu kaygıyı oluşturan koşulları, bu kaygının kendisini politik-pratik mücadelenin gündemi haline getirerek ve asıl hedefi, düşmanı gözden kaçırmayarak yapmak devrimcilere düşendir.

Oluşan panik ortamını karşılamak, ona uygun politika ve pratik yürütmekle ilgilidir. Süreci göğüsleyebilmek, halkın yılgınlığını umuda dönüştürmek için sokakları hep beraber adımlamamız gerekiyor! Unutmayalım ki, bizi bombalar değil, yılgınlık yenilgiye uğratır!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu