GüncelMakaleler

DENEYİM | Eşyanın Katledilen Anısı, Yeniden İnşa ve Kadim Şehir Antakya

"Sanki aylarca bombalı saldırıya uğramış da, yaşayacak tek göz ev bırakmamış bir savaşın gazisi gibiydi Samandağ. O yıkıntılar arasında yürürken binlerce kadın ile beraber, sanki “evler katledilmişti içindeki insanları katleder gibi: Önce eşyaların anısı katledilmiş” gibiydi. Gözyaşları içerisinde “Unutmak yok, affetmek yok, helalleşmek yok!” sözü veriliyordu, enkazların yanından geçerken."

Bir dakika içinde biter, talan olur düzenli bir evin hayatı. (…) Evler katledilir içindeki insanları katleder gibi: Önce eşyaların anısı katledilir, taşın, otun, camın, demirin ve kalkan gibi patlayan beton, pamuk, keten, ipek, defterler ve kitaplar sözcükler gibi yırtılıyor, dostların söyleyemedikleri sözlerden dolayı dişlen birbirine vuruyor. Tabaklar kırılır, oyuncaklar ve kaşıklar dağılır, aseton şişeleri ve musluklar ve su boruları patlar, kapı tokmakları, buzdolabı, küvet, vazolar, zeytin ve reçel kavanozları, özel eşyaların kutuları sahiplerinin kırıldığı gibi kırılıyor. Tuz ve şeker, baharat ve kibrit kutulan dağılıyor, lambaların prizleri kırılıyor, saklı öfkeler ve tarakların dişleri ve sarımsak ve soğan örgüsü dağılıyor, domatesler ve bamyalar ezilir, pirinç ve mercimek dostların anlattığı gibi dağılıyor. Komşuların bohçaları ve evlilik cüzdanları yırtılıyor, doğum tarihleri, su ve elektrik faturaları ve kimlikler, pasaportlar, saklı mektuplar dostların yırtılan kalpleri gibi yırtılıyor. Fotoğraflar ve yataklar, saçların tarak dişleri, ziynet kutuları ve boyun kolyesinin ve başörtülerin boncukları uçuşuyor, ailenin gizi bozgunla yığılıyor. Bütün bu eşyaların anısı insanlara aittir Dağılan eşyalarla boşalıyor insanlar, eşyaların anısı insanlardan böyle boşalıyor.

Bir dakika içinde her şey tükenir. Eşyalar ve nesneler bizim gibi ölür. Ancak bizimle gömülmez!”*

Antakya’da, Armutlu’da, Samandağ’da bina yığınlarının, enkazların, molozların arasında bizimle birlikte gezinseydi Filistinli şair Mahmud Derviş, bu satırları bir kez daha yazmak zorunda kalırdı. İsrail işgali altındaki Filistin şehirlerinde yaşamayı bu satırlarla anlattığı gibi, AKP iktidarı döneminde yaşanan felaketlerin boyutlanması nasıl mümkün olur ve bir halkın hayatı nasıl darmadağın edilir, tüm bunları da bu sözlerle anlatırdı.

Depremin üzerinden bir ay gibi bir süre geçmesinin ardından dayanışma çalışmalarına katılmak için Antakya’ya doğru yola çıktığımızda, ekranlardan gördüğümüz ve anlatımları dinlediğimiz bu felaketin nasıl bir şehir yarattığını gözlerimizle görecek olmanın gerginliğini taşıyorduk. Ve bu his, şehre yakınlaştıkça artıyordu. Gece yarısı olmasına rağmen gördüklerimiz bir dehşetin ağır izlerini zaten ortaya koyuyordu ancak sabah günün aydınlanması ile bu ağır izler daha net bir şekilde önümüze çıkacaktı.

Kadim bir şehir Hatay. Nice benzeri felaketleri göğüslemiş, nice saldırılara uğramış ama yine de her tür zenginliğinden bir parçayı muhafaza ederek kendini yeniden kurmuştu. Ancak bu denli bir barbarlıkla, yıkım ve ölüm artsın diye inatla sürdürülen yok sayılmakla, görünmez gelinmekle at başı giden bir felaketle karşılaşmış mıdır? Bilinmez.

İlk günler bu kadim şehrin yaşadığı yıkıma şahit olmanın öfkeli ve hüzünlü şaşkınlığını yaşadık. Bir anda tuzla buz olan binaların enkazları hala yerlerde, insanlar hala bu enkazların altında idi. Nadir olan enkaz kaldırma çalışmaları ise yıkımı daha da derinleştirmek istenircesine asbest uygulamalarına gidilmeden, hiçbir önlem alınmadan barbarca yapılıyordu. Devlet hala “yoktu” ama arayan var idiyse, onu; TTB, SES gibi sağlık çalışanları örgütlenmelerinin gönüllü çadırlarının yanında ya da devrimci, demokrat ve ilerici kurumların, gönüllülerinin kurduğu çadır alanlarının çevresinde 7/24 nöbet beklerken kolaylıkla buluyordu.

Yıkımın da cinsiyeti var!

Bu deprem döneminde halkın ortaya serdiği dayanışmanın farkında Antakya halkı da… Gönüllü olarak desteğe gelenlere karşı bu yüzden sahiplenici bir tarafları var. Ve maddi yoksunluklara karşı dayanışma ihtiyacı olduğu kadar; konuşmaya, anlatmaya, birlikte ağlamaya da… Gittiğimiz her çadırda, ziyaret ettiğimiz her kadında bunu görmek mümkündü. Çünkü yaşanılan kayıp, acı ve yas büyük, kaygı kocaman ve yaşamı yeniden normale döndürmek oldukça güç. Ekmeği, suyu paylaşmak kadar acil bir ihtiyaç, tüm bunları paylaşabilmek.

Özellikle kadınlardan, evini toparlar gibi, yaşanan bu yıkımın ardından yaşamı da yeniden toparlaması bekleniyor. Onlarca yıl kocasının Suudi Arabistan’da çalışıp gönderdiği parayla, kocasının aile evi dışında kendisine ait bir ev kurabilen M şimdi çadırda, yeniden kocasının ailesi ile birlikte yaşamak zorunda ve devlet, onun dairesini var kabul etmediği için ne yardımdan faydalanabilmiş ne de ileride yeniden bir ev kurabilme umudu vermiş. Tüm bunlara rağmen M’den beklenen her gün çamur içerisindeki çadırı temizlemesi, yemek ve çay hazırlaması, ev rahatlığını sağlaması, liseye hazırlanan kızının motivasyonu dağılmasın diye çabalaması ve bürokratik işlerle uğraşması… Ziyaret ve sohbet ettiğimiz onlarca kadın, “Ağlayacak bir köşem bile yok” diyen M ile aynı durumdalar. Kim ne derse desin, şu çok açık ki, depremin yarattığı yıkımın da cinsiyeti var!

Çocuklar için oyun ve okuma alanları

Tüm bu yıkım içerisinde yeniden yaşama tutunma ve “normal”e dönme isteği kadınlar dışında çocuklarda da mevcut. Bu isteği yaşama geçirme enerjisi de en çok onlarda…

Depremin ardından çocuklara dair ortaya çıkan tablo oldukça korkutucu ve çocukların yaşamlarında derin travmatik izleri derinleştirecek cinsten. Halk düşmanı erkeklikten güç alan bir iktidarın çocuk gerçekliği karşısındaki en çirkin yüzünü ayan beyan ortaya serdi. Bilinmeyen gerçekler değildi kuşkusuz ancak böylesi bir felaketin üzerine yaşanmasıydı barbarlığını artıran…

Bunlar karşısında çocuklar için yaşam dolu bir politika ortaya koymak ve çocuklara has alanlar yaratmak bir zorunluluktu. Keza depremin ikinci gününden itibaren deprem bölgesinde olan yoldaşların çocuklar için bir oyun çadırı ve alanı kurduğu ve pedagog ve eğitimcilerden destek alarak burayı geliştirdiğini biliyorduk. Bu çalışmaya dahil olmak, bizi oraya götüren en güçlü motivasyonlardan biriydi.

Çocuk çadırı ve alanına ek olarak çocuklara uygun kitaplarla bir kütüphane oluşturmak, çocukların okumaya ilgisini artırmak yapmaya çalıştığımız işlerden oldu. Yeni oyunlar öğrenmek, kendi oyuncağını kendisinin üretmesini sağlamak… Çocuklar için oldukça eğlenceli idi ve ayrıca kadınlar için de gündelik işlerde bir rahatlama alanı yaratıyordu. Keza bir süre sonra onlar da oyun alanlarına gelmeye, burayı buluşma ve sohbet etme için bir araç olarak görmeye ve ayrıca çocuklarla birlikte okuma ve yeni bir şeyler öğrenme için tercih etmeye başladılar.

Ma rihna nihna hovn!

Orada bulunduğumuz süre içinde, depremin 40. günü vesilesiyle mezar başlarında buluştuk, bahhur yakan ve rıhan (defne) dallarıyla mezarları süsleyen köy halkının yasına şahit olduk. Hala o kadar derin ve öfke dolu bir yas bu… Bu yasın ve öfkenin en derin haline de Samandağ’da kadınların çağrısıyla yapılan eylemde şahit ve ortak olduk.

Sanki aylarca bombalı saldırıya uğramış da, yaşayacak tek göz ev bırakmamış bir savaşın gazisi gibiydi Samandağ. O yıkıntılar arasında yürürken binlerce kadın ile beraber, sanki “evler katledilmişti içindeki insanları katleder gibi: Önce eşyaların anısı katledilmiş” gibiydi. Gözyaşları içerisinde “Unutmak yok, affetmek yok, helalleşmek yok!” sözü veriliyordu, enkazların yanından geçerken. Her enkaza defne dalları ile birlikte yakınını orada kaybetmiş bir kadının ağıtını da bırakıyorduk.

“Ma rihna nihna hovn!” ** sloganı, ölülere ve dirilere verilen başka bir sözdü. Kadim Hatay yıkılmış ve egemenlerce yok edilmeye terk edilmiş olabilirdi ama onu yeniden yaratacak başta kadınlar olmak üzere halk, buradaydı ve gitmeyecek, vatanını terk etmeyecekti.

* Mahmud Derviş, Kelebeklerin İzi-Günlükler kitabından, “Katledilen Ev”

** “Gitmedik, buradayız!”

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu