GüncelMakaleler

SÖYLEŞİ | “Direnişten Yana Saf Tutanların Gerçeğidir 14 Temmuz!”

Amed Zindanlarını, 14 Temmuz’u ve direnişi yaşayan Cemil Amed ile gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlere paylaşıyoruz

Özgürlüğün kapılarını açanlar dağlarda, şehirlerde, meydanlarda ve yaşamın olduğu her yerde direniş bilinci ile ilk eylemin, ilk sloganın sahibi olanlardır.

Bazı tarihler vardır ki onu uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Çünkü o kendi ismi ile kendi tarihlerini yazmıştır. 14 Temmuz Amed Zindan direnişleri de bu tarihlerden sadece birisidir

Direnişi seçenlerin hikayelerini anlatmak, Amed Zindan direnişini belgelemek bugün dünden daha çok devrimci bir görev, aynı zamanda mücadeleye davettir.

Amed Zindanlarını, 14 Temmuz’u ve direnişi yaşayan Cemil Amed ile gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlere sunuyoruz.

 

Bize biraz Amed Zindanından, ilk adım attığınız andan ve hissettiklerinizden bahseder misiniz?

– Dışarıda toplumun her kesiminin askeri faşist yönetimle sindirilip teslim alınmaya çalışıldığı ağır bir süreç yaşanıyordu. Her türlü mesleki-ekonomik-demokratik-devrimci örgütlülüklerin dağıtıldığı, ilerici-devrimci fikirlerin susturulup nefessiz bırakıldığı bir dönemde öncelikle teslim alınmak istenenler zindanlardaki devrimci ve yurtsever tutsaklardı. Önce öncüler tutsak alınmalıydı ki direniş fikri, umudu ve kararlılığı bir daha ayağa kalkmamak üzere yıkılsın ve özgürlük ateşi söndürülebilsin.

Bütün devrimciler gibi en “zayıf” ve “örgütsüz” kaldığım anda düşmanın eline esir düştüm. Çok ağır işkenceli sorgulama süreci sonucunda tutuklandım. Ellerim ve kollarım tutmaz olmuştu.

5 No’lu Zindana ilk girişimi asla unutmam. Elleri coplu ve kalaslı askerlerin küfür ve hakaret dolu bağrışmaları altında kontrolsüz ve kaba şekilde rastgele atılan bir dayakla karşılaştım. Büyük bir iştahla avını yemek için bekleyen vahşi yaratıkların bakışlarıyla karşılaştım.

İlk karşılanmamız böyle idi.

İşkence seslerinin eksik olmadığı, tehdit dolu emirlerin, onur kırıcı-aşağılayıcı sözlerin havada uçuştuğu asker topluluğu bizlere uzun bir süre dayak attı. 90 gün süren ağır işkenceli gözaltı sorgulama sürecinin ardından bu kez süresi belli olmayan daha ağır ikinci işkenceli günlere başladım. Korkutmak, sindirmek, ürkütmek, onursuzlaştırmak, teslim almak çabası daha zindana atılan ilk adımda başladı.

Bununla birlikte tutsakları Türkleştirme ve İslamlaştırma politikası 5 No’lu Zindan sürecinin başından sonuna kadar değişmeden uygulanan yegane politika oldu. Devrimci fikirlere ve Kürtlüğe ait hiçbir iz bırakmak istemiyorlardı. Temel ilkeleri şuydu; “Burada Marksizm-Leninizm-Maoizm yok.” İlla ki bir -izm arıyorsanız varsa yoksa “Kemalizm vardır.” Irkçı faşist marşlar ve sloganlar yaşamın her anında dolanıp duruyordu.

“Eğer ölmezsem bir gün yeniden onlarla karşılaşma hayaliyle yaşadım ve direndim!”

Vicdanını yitirmiş, insanlığını kaybetmiş sadece küfür ve hakaret diliyle konuşan askerler dört yanımızı kuşatmıştı. Karanlık dolu uzun koridorda cop ve kalas darbeleri altında pislik dolu hücrelere doğru yürürken kararlı durmam ve dayanıklı olmam gerektiğini düşündüm.

Aklımda hep önder yoldaş İbrahim Kaypakkaya vardı. O da en katmerli işkenceli sorgulama sürecinde karanlık koridorlarda yürürken devrime olan güçlü inancıyla durmuş ve onuruyla yürümüştü. Bana her koşulda ve anda güç veren önder yoldaştı. Aynı zamanda Karacadağ’ın, Siverek’in ilk genç partizan gerillalarına kapılarını açan yoksul köylülerdi. Onları düşündükçe büyük bir direnme gücü aldım.

Köylülere ve yoldaşlara layık olmam gerektiği fikri hep aklımda kaldı. Eğer ölmezsem bir gün yeniden onlarla karşılaşma hayaliyle yaşamaya ve direnmeye çalıştım. Onlarla bir gün tekrar köylerinde karşılaşırsam “Bakın, verdiğiniz ekmeğe ihanet etmedim!” diyebilmeliydim.  Ya da bir gün yoldaşlarla karşılaşırsam; “yoldaşlar sizlere ve partime layık olmaya çalıştım” deme hayalini hep kurdum.

Tarihe işkenceleri ile “nam” salmış Amed Zindanı’nda uzun yıllar kaldınız, bize biraz uygulamalardan, gözlemlerinizden bahseder misiniz?

– Askeri kurallar, Atatürk ilke ve inkılapları adı altında yapılan eğitimler aslında birer işkence nedeniydi. İşkenceli eğitimlerin ne akşamı ne de sabahı vardı. Sonu ve sınırı yoktu. Her şey bir işkence nedeniydi. Askerlerin hoşuna gitmeyen her şey kuralsızlık olarak söylenip dayak atma nedeni oluyordu.

Akıl ve mantık yasalarını zorlayan öylesine saçma sapan şeyler birer askeri kural olabiliyor ki! Kurallara uymama işkence uygulama bahanesi oluyordu. Bunlardan bazıları; “esas duruşun bozuk”, “yürüyüşün yamuk”, “verdiğim komuta neden uymadın”, “neden yüksek sesle tekmil vermedin”, “ayaklarını neden karın boşluğuna kadar çekmedin”, “neden esas duruşta uyumuyorsun?”

Havalandırmaya çıkış, avukat ve aile ziyaretine gidiş, mahkemeye gidiş, revire çıkma, her hareket-her şey birer işkence vesilesiydi. 24 saat kapanmayan ışıklar, açılmayan pencereler, sabahın kör saatinden akşamın geç karanlığına kadar ayakta “hazır ol”da söylenen ırkçı faşist marşlar, karavana çıkarırken, içeri yemek alırken gece esas duruşta sağa sola hareket edip kıpırdamadan tahta yutmuş gibi uyumaya çalışmak. Kısaca günün her anı ve saati kaba ilkel işkence anlarıydı.

Koridorlardan koğuşlardan hücrelerden uğultu şeklinde gelen işkence sesleri hiç kulaklarımızdan eksik olmadı. Günler, haftalar, aylar ve yılların işkence altında geçmesi insanda normal olan sağlıklı bir şey bırakabilir mi? “Bir Kurşun, Bir Kurşun!” arayışı özgürlüğün başlangıcı olabilirdi.

Bitmeyen derin katliam ve soykırım acıları yaşayan halklar keza günleri belli olmayan ağır işkenceli günlerde insanlar hep “bir kurşun” diye haykırmıştır. Yani ölüm özgürlüğün ilk kapısı olmuştur. Onursuzca adına yaşamak denen anların son bulması için ölüm bir kurtuluş olarak aranmıştır. Ölümün bile çağrıldığında hemen elde edilemeyeceği ve kolay bulunamayacağı bir dönem yaşandı. İşkenceli günlerden nasıl kurtulunacağı arayışı içinde olduk. Her an ölümü aradık. Ancak nasılın yanıtını bulmakta zorlandık.

Erkek egemen zihniyetin kadın bedeni üzerinden cinsiyetçi saldırıları ile bezediği işkencesi kadın tutsaklarda nasıl yaşam buluyordu. Bize gözlemlerinizden bahseder misiniz?

– Genel olarak zindanlarda ciddi bir iletişimsizlik yaşadığımızı belirtmiştim. Dolayısıyla kadın koğuşu hakkında bilgi sahibi olamıyorduk. Kadın arkadaşlara yapılanların bize yapılan işkencelerden daha ağır ve tahripkar olduğu bir gerçektir. Mahkemelere beraber gidiş gelişlerimizde karşılaştıkları ağır ve onursuzca uygulamalar gösteriyordu ki koğuşlarında daha ağır, daha katlanılmaz uygulamalara maruz kalıyorlardı.

Cinsiyetçi hareketler, taciz, tecavüz gibi kadın bedenine yönelik işkenceler yapılıyordu. Aynı davadan “yargılandığımız” Cahide Karakaş yoldaş yapılanların ağır acısını kaldıramayınca tahliye olduktan kısa bir süre yaşamına son verdi. Keza bildiğim dört dava tutsağı yoldaş tahliye olduktan sonra intihar etti.

Unutmak… Yaşananları, yapılanları bir daha hatırlamamak üzere her şeyi unutmak… Bunu başaramayan bazı arkadaşlar ise yaşamlarına son verdi. Bazı arkadaşlar çok ağır travma yaşadılar. Bazıları sivil yaşamı seçti. Bazıları ise bir daha teslim olmamak koşuluyla direnişi ve parti saflarında mücadeleyi seçti.

Amed Zindanı’nda diğer örgütler ya da tutuklular ile nasıl iletişim kuruyordunuz?

– Her şeyin tutsak alındığı zindanda zaman ve söz de tutsak alınmıştı. Yürek ve dil de zincirlenmişti. Her şey susturulup kontrol ve denetim altına alınmıştı. Sözden ve sesten oldukça korkan zindan yönetimi iki kişilik iletişimi ve dayanışmayı bile denetim altına almıştı.

Aynı koğuşta ya da hücrede ya da hücreler arasında iki insanın açıktan konuşması yasaklanmıştı. Görülmesi ve işitilmesi durumunda en ağır işkencelere maruz kalınıyordu. İletişim demek söz demektir. Fikir düşünmek demektir. Dayanışma ve örgütlenme demektir. 5 No’luda en başta yasak olan bunlardı.

Tutsakların en alt düzeyde bile dayanışmasını engellemek için tutsaklar arasında iletişimi kelepçelemek istiyorlardı. Çünkü iletişim demek, isyanın hazırlanması olacaktı. Örgütlenmek için iletişim gereklidir.

Var olan işkenceli koşullara karşı çıkmanın adımlarını yavaş yavaş döşemek demektir. Bundan dolayı iki tutsak arasındaki en doğal en insani diyaloğa bile müsaade edilmiyordu. Zindan yönetimi tutsaklardan daha fazla korkuyordu. Ancak tüm bunlara rağmen birbirimizle iletişim kurmaya çalışıyorduk.

14 Temmuz Ölüm Orucu Direnişi tutsaklar üzerinde nasıl etki yaptı?    

– Koğuş ve hücreler arası iletişimin koparıldığı uzun bir dönem yaşamıştık. Ölüm orucu haber ve bilgisine sadece PKK Urfa davasında arkadaşlar sahip oldu. Urfa dava tutsaklarının gittiği her koğuş ve hücre bilgi sahibi oldu. Urfa dava tutsaklarının olmadığı koğuş ve hücrelerde kimse ölüm orucundan haberdar olmamış oldu.

Ölüm orucunun başladığını nasıl öğrendik? Koğuşlara yönelik idare merkezinden yapılan ölüm orucu karşıtı propagandadan duyduk. Yalana ve inkara dayalı propaganda bütün hızıyla sürüyordu. “Gizliden gizli gizli bisküvi yiyorlar. Bir de yalandan ölüm orucu yaptıklarını iddia ediyorlar” gibi düzeysiz, kurnaz, hilekar Türk yönetici propagandası yapıyorlardı. Bu tür gerçek dışı propagandalarla ölüm orucu direnişçilerin itibarını zedelemek maneviyatlarını bozmak üzerimizdeki devrimci etkilerini kırmak istiyorlardı.

Yalana dayalı propagandalara karşın her devrimci tutsakta içten biriken bir öfke isyan etme duygusu kabarıyordu. Bende “Bir gün mutlaka bu utanç verici işkencelerin bizlere yapılan zulmün hesabını soracağız” bilinci güçleniyordu. Hesaplaşma ve karşı karşıya gelerek çatışma fikriyatı gelişiyordu.

“Direniş insanların özgürlük bayramıdır”

Bildiğimiz kadarıyla 5 No’lu Zindanda toplu bir direniş oldu. Bu direnişi biraz anlatır mısınız? Direnişten ve direnişin sizde yarattığı düşünce ve duygularınızdan yine devamında direniş öncesinden ve sonrasından biraz bahseder misiniz?

– Nasıl ki nehirler bir gecede donmuyorsa devrimci tutsaklar da bir anda ayaklanmadı. Mazlum Doğan arkadaşın 21 Mart direnişi, Dörtlerin feda eylemi, 14 Temmuz Ölüm Orucu Direnişi ve sayısız bireysel ve toplu karşı koyuşların, kararlı duruşların damla damla yarattığı birikimlerin zulüm karşısında neler yapılması konusunda bir yola, bir patlamaya dönüştü.

Dipten gelen dalga gibi dipte yürek ve bilinç derinliklerinde biriken müthiş bir öfke ve isyan duygusu süreç içinde patlamaya hazır tohum haline geliyordu.

5 Eylül 1983 yılında camların kırılma sesleri ve slogan haykırışları duyulmaya başladı. Ve bu o kadar hızlı ve etkili bir şekilde yankılanmaya ve yayılmaya başladı ki kısa sürede kitlesel toplu bir isyana kitlesel atılan sloganlara dönüştü. “Kahrolsun işkence”, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecektir!” Ve o süreçte yeni bir ölüm orucu başladı. Direniş bireysel tavırlardan çıkıp oldukça kitlesel bir hal aldı. Hem aktif direniş hem de ölüm orucu direnişi kitlesel bir tarzda sürdü.

Teslimiyetin insandan neleri alıp götürdüğünü, insana ait olan neleri yıktığını geride hiçbir şeyi bırakmadığını gördük. Teslimiyetin bir insanın düşebileceği en düşük yer uçurumun dibi olduğunu gördük ve anladık. Bütün akıl ve vicdan acılarıyla bitmeyen yürek sızılarıyla gördük. Rüya ve hayallerimizin bile tutsak alındığını gördük.

Teslimiyetin bir adım ötesinin ihanet olduğunu çok büyük acı dolu derslerle gördük. Ölümü her an aradık, kolay bulamadık çünkü özgürlüğün düşünülemeyecek ve hayal edilemeyecek kadar büyük bedel istediğini öğrendik. Teslimiyetin kendimize olan güven ve saygıyı yıktığını, duygu ve düşüncelerimizin parçalandığı, bir daha asla yaşamamamız gereken bir durum olduğunu genç yaşımızda çok iyi anladık.

Teslimiyet sürecinde insanın kendisine karşı nefret duyguları gelişiyor. Biz bu teslimiyeti nasıl kabul ettik? Bu duruma nasıl düştük? Bu soruları sorduğumuz ve kendimizle hesaplaşıp, çatıştığımız çok anlar oldu. Zaten bu derin iç sorgulama ve yargılama sonucu bizde biriken öfke isyana dönüştü. İç sorgulama ve hesaplaşma olmasaydı teslimiyet daha uzun sürer devam edip giderdi.

Direniş insanların özgürlük bayramıdır. Asla yaşayamayacağı ve bulamayacağı en büyük mutluluktur. İnsanlaşma festivalidir. İnsanın kendisini yeniden ve yeniden arayışı ve özünü buluşu olarak görmek gerekir. Bir kez daha yeniden doğuşu olarak anlamak gerekir. Ve öyle bir ateş içinde sınanıp devrimcileştik, bir daha asla silahlı ve silahsız hiçbir zorba güç, en koyu karanlık dolu işkenceli günler, bizlerin bileğini bükemez. Başını önüne eğdiremez. Ve öyle oldu.

“İşkence ve zulüm onlarda, direniş ve onur bizde kaldı”

Devrimci tutsaklar bir kez Eylül 1983 direnişinin özgürlük havasını tatmıştı. Hangi güç bizleri yeniden tutsak alıp teslimiyete zorlayabilirdi ki? Zindancı başları yeniden işkenceli günlere dönüş yapıp bizlere tek tip elbise giydirmek istediler. Tek tip elbiseyi bahane edip yeniden işkenceli ve askeri kurallı günleri döndürmek istediler. Bu kez daha örgütlü, daha ileri bilinç ve iradeyle karşı koyduk. Toplu kitlesel direniş ikinci kez ortaya kondu. İşkenceciler bu kez yeniden yanılıp yenildiler. İşkence ve zulüm onlarda direniş ve onur bizde kaldı.

“Direniş ve onur ayakta herkesin gözlerini önünde çekilmiş bayraktır!”

Zorlu ölüm orucu direnişi yeniden başladı. Bu kez önceki direniş gibi olmayacağını biliyorduk. Her devrimci örgüt kendi direniş gruplarını hazırlamış ve eyleme geçmişti. Biz Partizancılardan Müslüm Elma, H. Hayri Aslan, Cafer Cangöz ve Garabet Demirci ilk ölüm orucu ekibimizin içinde yer aldı. Daha sonra Mustafa Kaya (Bursa Hapishanesinde ölümsüzleşti) arkadaş ölüm orucuna başladı.

İlk grubun oluşturulmasında yoldaşlar arası “rekabet” başlamıştı. Herkes ilk grupta yer almak istiyordu. Hemen her yoldaş bir yandan aktif direnişte yer alırken diğer yanda ölüm orucu grupları içinde yer almak için birbiriyle adeta yarışıyordu. İlk gruba giren büyük şansa sahibi oluyordu.

Büyük ana dava savunması hazırlandı. Çok elverişsiz ve yokluk dolu ortamda hazırlanan 5 No’lu zindan savunması tarihi değerde bir savunmadır. Kitap-dergi-belge-gazete-TV ve radyonun olmadığı ağır işkence ve psikolojik baskı altında toplanan sigara kağıtları üzerinde yazılan savunmanın parti ve mücadele tarihimizde apayrı yeri vardır.

Ortak ana dava savunmasına imza atmak için bu kez yoldaşlar yarıştı. İdam ve ağır müebbet cezaları alma pahasına savunmaya imza atma isteği oldukça anlamlı ve değerliydi. En zor ve ağır koşullarda partiye ve devrime sahip çıkmak, en ağır cezalara aldırmadan ömür boyu karanlık zindanlı günlere inat kararlıca ortaya konulan tavırlar çok değerli ve anlamlıdır.

Mahkemelerde işkenceli karanlık ve pislik dolu hücre ve koridorlarda en barbar işkence yöntemleri karşısında kararlı ve iradeli durmak, partiye, devrime, yoldaşlara ve şehitlere sahip çıkmanın anlam ve önemini yeni kuşak devrimcileri ve gençleri anlamalıdır.

Kendi tarihine ve mücadele dolu direnişine sahip çıkarak, onların ayak izlerine basarak yürümelidir. Parti ve mücadele tarihi büyük bedeller hesaplanması zor değerler, sayısız emeklerle doludur. Ölümüne çıkılan özgürlük yolunda asla tereddüt etmeden bir an olsun geriye dönüp bakmadan korkusuzca yürümektir.

Bundan dolayıdır ki hiç darbeci tasfiyeci saldırı partinin zindanlarda ve mahkemelerde duruşunu ve yoldaşlarımızın kararlılığını karartamaz. Direniş ve onur, ayakta herkesin gözlerini önünde çekilmiş bayraktır. Herkesin huzurunda orta yerde yükseklere çekilmiş olarak durmaktadır.

Biz halkız, yoldaşlığı ve devrimciliği en büyük erdemli iddia ve yürüyüşü biliriz. Sonuna ve sonsuza kadar devrimci kalarak, her türden gericiliğe ve faşizme karşı direnmeyi biliriz. Halka devrime ve partiye bağlılığı biliriz. Bundan başka bir yol ve arayışı kendi iddiamıza karşı yapılmış büyük bir haksızlık kabul ederiz.

Tarihimizden geleneğimizden ve değerlerimizden öğrenmeye devam edeceğiz. 14 Temmuz Ölüm Orucu şehitlerini, Kemal Pir’i, M. Hayri Durmuş’u, Akif Yılmaz’ı, Ali Çiçek’i, Dersim’de şehit düşen Büyük Amed zindan direnişçisi Cafer Cangöz’ü, direniş ve ölüm orucu gazilerini ve ismini sayamadığım tüm zindan şehitlerini ve direnişçilerini saygı ve minnetle anıyorum.

Halen Münih Mahkemesi’nde duruşu ile yargılanan değil yargılayan tavrın sahibi can yoldaşım Müslüm Elma’yı, Amed zindanlarından özgür alanlarda direnişten bir adım dahi geri adım atmayan Mustafa Karasu’yu devrimci coşkumla selamlıyorum.

(Temmuz 2020-Rojava)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu